Bursa, Semerkant, İstanbul, Kâdîzâde Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve Yakubov

Osmanlı Beyliği’nin ilk başşehri olan Bursa devletin ilim ve kültür politikasındaki isabetli çalışmalarıyla kısa zaman içinde bir medeniyet merkezi haline gelmiş ve İstanbul’un fethine kadar İslam dünyasının en uç şehri olarak, bu özelliğini devam ettirmiştir. Başlığımızda belki ilk bakışta birbiriyle ilgisi anlaşılamayan şehirler ve şahıslar arasında esasında çok mühim bağlar bulunmaktadır. Söz konusu şehir ve şahıslara değinmeden önce konu ile alakalı bir romandan bahsetmek istiyorum.

Orta Asya Türk dünyasının –özellikle Özbekistan’ın- meşhur yazarlarından birisi olan ve yakın zamanda kaybettiğimiz merhum Adil Yakubov’un (1926-2009) şimdiye kadar pek çok farklı dile tercüme edilip yayınlanan meşhur Uluğ Bey’in Hazinesi isimli romanı bahsedeceğimiz konulara önemli ölçüde değinmektedir. Romancılıkta dev isimlerden birisi olan Yakubov’un bu romanı, Timur Devleti’nin hükümdarı Emir Uluğ Bey’in (öl. 1449) hayatının son dönemlerini ve kütüphanesini konu almaktadır. Semerkant’ta kurmuş olduğu rasathanede biriktirdiği hazine değerindeki kitaplar ile talebesi Ali Kuşçu’nun konu edildiği bu roman, esasında bir bilim adamı olan hükümdarın hayatının son dönemleri ile onun talebesi Ali Kuşçu’nun ölümü sonrası kitaplarını emin bir yere nakletmesini hikâye etmektedir.

Figure 1. Adil Yakubov'un Uluğ Bey’in Hazinesi isimli eserinin kapak sayfası.

Başarılı bir tarihi roman olan bu çalışma, Orta Asya Türk - İslam dünyası ile Osmanlı Devleti arasındaki sıkı ilmî bağları hatırlatması açısından son derece ilgi çekicidir. Zira başlıkta ilk olarak zikrettiğimiz Bursa, aşağıda göreceğimiz üzere meşhur Osmanlı âlimi Kâdîzâde’nin neşet ettiği şehirdir. Semerkant ise onun Bursa’dan ayrılıp gittiği ilim merkezidir. Diğer şehir ve şahısların hikâyesini sırasıyla okuyalım.

Kâdîzâde-i Rûmî: Yakubov’un romanında kısaca değinilen Kâdîzâde, Bursa’da doğmuş ve yetişmiş bir Osmanlı bilim adamıdır.[1] Hayatı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra konunun diğer bağlantılarını ele alalım.

Ulema sınıfına mensup bir aileden gelen Kâdîzâde’nin babası erken yaşta ölmüş ve kendisini dedesi Kadı Mahmud yetiştirmiştir. İsmi de dedesine nispetle Kâdîzâde olarak anılmıştır. Dedesinin yanı sıra devrin en büyük âlimlerinden birisi olan Molla Fenârî’den ders almış özellikle matematik ve astronomi tahsil etmiştir. Daha sonra Şeyh Bedreddin ile Konya’ya gitmiş ve burada Müneccim Feyzullah’tan ders almıştır. Henüz gelişmekte olan Osmanlı-Türk ilmî hayatının bulunduğu seviye ile yetinmek istemeyen Kâdîzâde, hususiyle hocası Molla Fenârî’nin teşvikiyle gitmesini istemeyen ailesinden habersiz olarak, Merağa matematik-astronomi okulunun, özellikle Kutbuddin Şirâzî, Nizâmuddin Nîsâbûrî, Kemaluddin Fârisî, Cemâluddin Türkistânî ve Yahya b. Ahmed Kâşî gibi âlimlerin mîrâsı çerçevesinde aklî ve riyâzî ilimlerde hala canlılığını koruyan Mâverâünnehir ile Horasan bölgesine seyahate çıktı. Yola çıkacağından haberdar olan kız kardeşi, gittiği yerlerde zor durumda kalıp muhtaç olmaması için kendisinden habersiz olarak ziynet eşyalarından bir kısmını onun eşyaları arasına koymuştur. Semerkant’a 1412 yılında ulaşan Kâdîzâde, burada Seyyid Şerîf Cürcânî'den (öl. 1413) kısa süre ders okudu. Onunla anlaşmazlığa düştüğü için ders almayı bırakıp bir süre sonra Emir Uluğ Bey ile tanıştı ve onun özel hocası olarak onun inşa ettirdiği Semerkant Medresesi’ne başhoca tayin edildi. Buradaki derslerini başta Uluğ Bey olmak üzere pek çok hoca ve talebe ilgi ile takip ederdi.

Figure 2. Kâdîzâde'nin Semerkant'taki türbesi.

Bu esnada Uluğ Bey ile aralarında ilginç bir hadise cereyan etti. Bilginin ve bilim adamının özerkliği konusuna büyük önem veren Kâdîzâde, Uluğ Bey’in kendisinden habersiz bir müderrisi azlettiği haberini alınca ders vermeyi bıraktı. Uluğ Bey’in meseleyi sorması üzerine "…Ben, tavsiye üzerine, sultanların azil mekanizmasına müdahale etmediğini zannettiğim eğitim-öğretim hayatını seçtim. Gördüm ki, burada da ilim sahibi azledilebiliyormuş; bundan dolayı öğretim hayatını terk ettim…" diye cevap verdi. Konu üzerine kendisinden özür dileyen Uluğ Bey, müderrisi görevine iade etmiş ve bir daha müderris azletmeyeceğine dair söz vermiştir. Kâdîzâde de görevine geri dönmüştür.

Figure 3 Semerkant Rasathanesi

Uluğ Bey’in 1421 yılında Semerkant’ta inşa ettirdiği rasathanede pek çok ilim adamı için ortak bir çalışma imkânı doğmuştur. Rasathanenin başına önce Cemşîd Kâşî atanmış, onun ölümü üzerine Kâdîzâde idareci olmuştur. Kâdîzâde’nin ne kadar bu görevi yürüttüğü yaptığı kesin olarak bilinmemekle birlikte burada hazırlanan Zic’in tamamlandığı tarih olan 1437 yılına kadar en azından burada olduğu tahmin edilir. Semerkant’taki hayatı ve faaliyetleri hakkında maalesef çok bilgi olmayan Kâdîzâde’nin ölümünden sonra aşağıda hakkında geniş bilgi vereceğimiz talebesi Ali Kuşçu rasathanenin başına geçmiştir.

Kâdîzâde’nin Semerkant’ta yetiştirdiği öğrencilerin bir kısmı onun hayatta iken teşvik etmesi sebebiyle Anadolu’ya gelmişler ve Osmanlı ilim zihniyetinin belirleyici isimlerinden olmuşlardır. Bunların başında Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvânî gelmektedir. Semerkant’taki ilmî hayatın Uluğ Bey’in ölümüyle dağılması üzerine Ali Kuşçu, İstanbul’a, Fethullah Şirvânî ise Anadolu'ya gelerek, çeşitli yerlerdeki medreselerde, Semerkant matematik-astronomi okulunun birikimini aktarmıştır. Bu şekilde Kâdîzâde, Osmanlı ilim hayatını öğrencileriyle beslemiştir. Ayrıca Şerh el-mulahhas fî el-hey'e isimli çalışması da astronomi alanında Osmanlı medreselerinin orta seviyede ders kitabı olarak okutulmuştur. Böylece Kâdîzâde Osmanlı ilim hayatını hem öğrencileriyle maddî olarak hem de eserleriyle muhteva itibariyle zenginleştirmiş ve yönlendirmiştir

Bu manada Osmanlı ilim ortamının yetiştirdiği gerçek anlamda ilk özgün matematikçi ve astronom olarak kabul edilebilecek isim Kâdîzâde'dir.

Kâdîzâde, Semerkant Rasathanesi'nin, özellikle Semerkant matematik-astronomi okulunun müşterek ürünü olan Zic-i Gurganî'nin (Zic-i Uluğ Bey)'nin telifine katılmış; ayrıca önemli birçok matematik ve astronomi eseri üzerine şerh ve haşiyeler kaleme almıştır. Çalışmalarının dünya üzerinde çeşitli kütüphanelerde çok sayıda nüshası bulunmaktadır.

Ali Kuşçu: Yakubov’un eserinde en çok bahsi geçen ilim adamı olan Uluğ Bey’in hayatı ise özetle şu şekildedir; Doğum tarihi tam olarak belli olmayan Ali Kuşçu’nun babası Uluğ Bey’in kuşçusu idi ve bu yüzden “kuşçu” lakabıyla anılır.[2] Semerkant’ta doğmuş ve başta Uluğ Bey olmak üzere Gıyâsuddîn Cemşîd Kâşî, Kâdîzâde ve Uluğ Bey'in etrafındaki diğer âlimlerden dinî ilimler yanında, dil, matematik, astronomi ve diğer ilimleri okumuştur. Semerkant'ta tahsilini tamamladıktan sonra, rivayete göre gizlice Kirmân'a giden Ali Kuşçu orada da tahsiline devam etmiş ve tekrar geri dönmüştür. Semerkant'a dönünce Uluğ Bey'e "Ayın muhtelif şekillerine dair eskilerin çözmediği meseleleri hallettiği bir risale" takdim etmiştir. Uluğ Bey bu risaleyi hemen ayakta okumuş ve çok beğenmiştir.

Semerkant Rasathanesi’nde devam eden çalışmalara katılan Ali Kuşçu, yukarıda ifade ettiğimiz üzere Kâdîzâde’nin vefatından sonra idarî göreve getirilmiştir. Burada hazırlanan zic çalışmalarına kısa da olsa katıldığı anlaşılan Ali Kuşçu için Uluğ Bey Zic’in mukaddimesinde "ferzend-i ercümend=faziletli oğlum" tabirini kullanır.

Figure 4. Ali Kusçu. © Ressam Bünyamin Kara.

Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesinden sonra, Ali Kuşçu Semerkant’tan ayrılmış önce Herat'a daha sonra da Taşkent'e gitmiştir. Buradan Tebriz’e Uzun Hasan’ın yanına gitmiş ve itibar görmüştür. Uzun Hasan tarafından aralarındaki anlaşmazlığı halletmesi için Fatih Sultan Mehmed’e elçi olarak gönderilmiştir. Elçiliği sırasında Fatih’in kendisinin ilmi seviyesini fark etmesi üzerine İstanbul’a davet edilmiş ve elçilik vazifesini tamamladıktan sonra dönmesi sözü üzerine gitmesine izin verilmiştir.

Elçilik görevini tamamlayıp İstanbul’a dönmek üzere ailesiyle Tebriz’den yola çıkan Ali Kuşçu’ya konakladığı her yerde kendisine pek çok kişi hizmet etmiş ve yüklü bir ödenek tahsis edilmiştir. Kafilenin İstanbul’a yaklaşması üzerine Fatih Sultan Mehmed, şehrin kadısı Hocazâde'nin başkanlığında ulemadan meydana gelen bir heyeti onu karşılamaya göndermiştir.

Ali Kuşçu ve Hocazâde Üsküdar'dan İstanbul'a geçmek için kayığa binince med ve cezrin sebepleri hakkında mütalaalarda bulunmuşlardır. Saraya varınca Fatih Ali Kuşçu'yu huzuruna kabul edip, Hocazâde 'yi nasıl bulduğunu sorunca, o da "Acem'de ve Rum'da benzeri yok" şeklinde cevaplayınca, Fatih "Arap'ta da benzeri yoktur" diye övgüye eşlik etmiştir. Ayrıca Ali Kuşçu, İstanbul'a gelirken Fatih'e ithafen kaleme aldığı el-Muhammediyye fî el-hisâb adlı matematik eserini huzurda kendisine takdim etmiştir.

Ali Kuşçu, İstanbul'da, kızlarından birini Hocazâde'nin oğlu ile, torunu Kutbuddin Muhammed'i de Hocazâde'nin kızı ile evlendirmiş, bu evlilikten de meşhur matematikçi-astronom Mirim Çelebi dünyaya gelmiştir. Otlukbeli savaşından sonra, Ayasofya medresesi müderrisliğine tayin edilen Ali Kuşçu, hayatının son iki-üç yılını İstanbul'da geçirmiştir. Vefatından sonra Eyüp Sultan türbesi etrafındaki haremine defnedilmiştir (16 Aralik 1474).

Figure 5. Ali Kuşçu'nun İstanbul Eyüp Sultan'daki kabri.

Ali Kuşçu’nun pek çok alanda ilim sahibi bir zat olduğu ve eserler telif ettiği görülür. Eserlerinin çok sayıda nüshası bugün kütüphanelerde yer almaktadır.

İhsan Fazlıoğlu’nun ifadesine göre Ali Kuşçu “…gerek fizik gerek matematik gerek metafizik çalışmalarında “Kâdir-i Muhtâr Tanrı” anlayışını merkeze aldı. Başta yazdığı ders kitapları olmak üzere, diğer bütün çalışmalarında bu çizgiyi sürdürdü; böylece az bir zaman kalsa bile "toprağını bulduğu" Osmanlı-Türk düşüncesi ve ilmî zihniyetine kalıcı bir etki bıraktı. Ayrıca geleneğin Osmanlı Medrese sistemi ve programını Ali Kuşçu ile Molla Hüsrev ve Mahmud Paşa'nın hazırladığı şeklindeki kabulünü dikkate alırsak, Ali Kuşçu'nun madde ve suret itibariyle Osmanlı-Türk ilmî zihniyetinin merkezinde yer alan bir düşünür olduğu açıkça görülür.”

Sonuç olarak Kâdîzâde’nin Bursa’dan kalkıp Semerkant’a gitmesi ve orada ilmi faaliyetlerde bulunup pek çok talebe yetiştirmesi sonucu orada yetişen ilim adamları daha sonra tekrar Osmanlı topraklarına geri dönmüşler ve yeni bir devlet olan Osmanlı-Türk dünyasında ilmî canlılığın oluşmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Söz konusu bilim adamlarımızın yapmış olduğu ilmi katkılar bir yandan ilmî hayatın canlanmasına sebep olurken, yetiştirdiği kıymetli ilim adamları da gittikleri İslam devletleri arasındaki ilmi ilişkilerin sürdürülmesine vesile olmuştur.

Yakubov’un Uluğ Beyin Hazinesi romanı, aynı zamanda Osmanlı dünyası ile Orta Asya Türk dünyası arasındaki ilmî faaliyetlerin ilişkilerine işaret ediyor. Bunun yanı sıra roman, bu konularda yapılması gereken ilmî faaliyetlere olan ihtiyacı göstermesi açısından da son derece mühim ve dikkate değerdir. Kâdîzâde-i Rûmî ile Ali Kuşçu’yu, bir bakıma Türk – İslam Dünyası ilmî faaliyetlerinin sembol şahsiyetleri olarak tayin etmek herhalde yanlış olmaz. Ayrıca İslam dünyasının çeşitli ilim merkezleri ile ilim adamları arasındaki ilmî ilişkilerin ortaya çıkartılarak İslam dünyası ilim ağının gösterilmesi gerektiği bu vesile ile tekrar ifade edilmiştir.


[1] Daha fazla bilgi için bkz. İhsan Fazlıoğlu, “Kâdîzâde-i Rumi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi c. XXIV, İstanbul 2001, s. 98-100. Aynı yazar, “Mûsâ (Kâdî-zâde)”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, c. II, İstanbul 1999, s. 255-258.

[2] Daha fazla bilgi için bkz. İhsan Fazlıoğlu, “Ali Kuşçu”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1999, s. 216-219; Salim Aydüz, "Üç Sultan Bir Bilim Adamı: Uluğ Bey, Uzun Hasan, Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu", Sanat Dunyamız, 93, Istanbul 1999, s. 171-175.


Konular